Türkçenin Özü Yunus’un Sözü
Yazı yazmaya epeydir ara vermiştim. Aslında bir taraftan da beni zorlayan bir şey olsa da tekrar başlasam diye içimden geçirmiyor değildim. Bu noktada “Yunusça” için teklif alınca doğrusu üzerimde biraz miskinlik, biraz tembellik olduğunu hissettim. Her şeyden önce beni bu ataletten kurtardığı için “Yunusça” ekibine teşekkürü baştan yapayım.
Milletleri millet yapan bir kısım unsurlar vardır. Bir toplum, o unsurlar etrafında birleştiği zaman millet olur. Bun unsurların birincisi, bir toprak parçası üzerinde yaşamak yani vatanın olmasıdır. Bu toprak parçasının yani vatanın üzerinde yaşayan insanların; kültür, tarih, din, dil yönünden birlik sağlaması ile millet oluşur. Şöyle de diyebiliriz: milleti, ortak değerler etrafında bir araya gelmiş insanlar meydana getirir.
Bunları tek tek açmak konumuz dışı. Kültür birliği, vatan birliği, örf ve adet birliği, din birliği vb. bunlar ayrı bir yazı konusu. Biz daha çok dil birliğinden söz edecek ve Yunus Emre ile bağlantısını kuracağız.
Dil, bir toplumu toplum yapan, daha doğrusu millet olma bilincinin temel basamağı olan bir unsurdur. Dil, bir milletin kafa yapısını, düşünce tarzını, zihninin nasıl çalıştığını ve mantık kurgularını ortaya koyan temel bir iletişim aracıdır. Dil olmadan öteki unsurların meydana gelmesi ve kuşaklar boyu aktarılması mümkün değildir.
Bir milleti meydana getiren ve onu yüzyıllar boyunca yaşatan en büyük güç, dildir. Dil sayesinde insanlar duygu ve düşüncelerini aktarırlar ve birlik duygusunu hissedeler. Aynı dili konuşan topluluklar yakınlaşır ve milleti meydana getirir. Milletler dil sayesinde ayakta kalır. Dilini kaybeden toplumlar, millî kimliğini ve benliğini de kaybederler. Bu nedenle dil milleti oluşturan ögelerin başını çeker ve onu ayakta tutan en değerli güçtür.
Dili gelecek kuşaklara aktaranlar ise insanlardır. Onların dillerine sahip çıkması ve ait olduğu dil ile eserler vermesi sayesinde gelecek kuşaklar o dili tanır, konuşur ve bir sonraki nesle aktarır.
Türkçemizin bu güne kadar gelmesinde de sayabileceğimiz çok sayıda insandan; devlet adamından, yazarlardan ve şairlerden söz edebiliriz. Ancak bunlar arasından üç kişi say deseniz herhalde ilk üç sıraya; Karamanoğlu Mehmet Bey, Kaşgarlı Mahmut ve Yunus Emre’yi koyabiliriz.
“Bugünden sonra hiç kimse divanda, dergâhta, bargâhta, mecliste ve meydanda Türkçeden başka dil kullanmaya!” diye ferman yayımlayan Karamanoğlu Mehmet Bey, Türk diline sahip çıkması anlamında en önlerdedir. Türkçenin ilk sözlüğü Divan’ü Lügâti't-Türk’ü Araplara Türkçeyi öğretmek amacıyla yazan Kâşgarlı Mahmut dilimize hizmette ilk sıralarda yer almıştır. Tabi her birinin görev alanı farklıdır. Karamanoğlu Mehmet Bey siyasetçi, Kaşgarlı Mahmut dil bilimci, Yunus Emre ise Allah aşkı ile arı, duru; az öz, anlatım gücü çok yüksek Türkçe şiirler yazan bir şair. Onlardan başka şüphesiz Kırşehirli Şeyh Ahmed Gülşehri ve Aşık Paşa’yı ve Yusuf Has Hacip’i de anmak gerekir.
Yunus Emre, (638-720/1240-1320) Tapduk Emre’nin deyimiyle “Bizim Yunus”, 13. yüzyılın ikinci yarısı ile 14. yüzyılın başlarında Anadolu’da yaşamış büyük bir mutasavvıf ve şairdir. Hayatıyla ilgili menkıbe türü rivayetler vardır fakat tekkesi hakkında arşiv kayıtları mevcuttur. Horasan’dan gelip Anadolu’ya yerleşen Türkmenlerin soyundan olup Sakarya Nehri civarında Sarıköy’deki çiftlik ve zaviyesinde yaşamıştır. Tabduk’un müridi, en tanınmış halifesi ve damadı, İsmail Emre’nin de babasıdır. Sarıköy, günümüzde Eskişehir ilinin Mihalıççık ilçesine bağlı Yunus Emre Mahallesi olarak bilinmektedir.
Yunus Emre, uzun yıllar şeyhinin yanında dergâh hizmetlerinde bulunmuştur. Yunus’un şeyhine bağlılığı şiirlerinde Taptuk’un isminin çokça geçmesinden de anlaşılmaktadır. Ömrünün son demlerine doğru irşat mertebesine yükselip icazetini alarak ilahiler yazmaya başlamıştır.
Yunus Emre iyi bir mescit ve medrese eğitimi almıştır. Sa‘dî-yi Şîrâzî’den ve Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’den tercüme yapacak kadar Farsçaya hakim olduğu görülmektedir. Geniş bir ilmî ve felsefi kültüre sahip olmasına karşın kullandığı üslûp son derece mütevazidir. İlahi aşkla coşkulu olan Yunus ilahileri Kur’an ve Sünnete sıkı sıkıya bağlı, sade dilli ve öğretici mahiyettedir. Yunus’un Risâletü’n-Nushiyye ile Divan adında iki eseri bulunmaktadır.
Türk dilinin ustası Yunus Emre, Türk dilinin gelişmesi yolunda büyük bir role sahiptir. Yunus Emre, şiirlerini arı/duru bir Türkçe ile söylemiştir. Yunus Emre’nin şiirleri de Türk dilinin asırlar öncesinden günümüze kadarki gelişimine önemli ölçüde hizmet etmiştir.
Genel bilgiler verdikten sonra biraz şiirleri üzerinden Yunus Emre’yi ele alalım.
Ben yürürem yane yane
Aşk boyadı beni kane
Ne akilem ne divane
Gel gör beni aşk n’eyledi.
Gah eserim yeller gibi
Gah tozarım yollar gibi
Gah akarım seller gibi
Gel gör beni aşk neyledi.
Yunus Emre, bütün insanları Yaradan’dan ötürü sevmektedir. Allah’a samimi ve çıkarsız büyük bir sevgiyle bağlıdır. Yunus Emre hakiki bir aşıktır. Şiirlerinde, karşılık beklemeden, çıkarsız bir Hakk aşığı olduğunu hemen hissedersiniz.
Bir gez gönül yıktın ise, bu kıldığın namaz değil
Yetmiş iki millet dahi, elin yüzün yumaz değil
…..
Bir gönül yaptın ise, er eteğin tuttun ise
Bir gez hayr ettin ise, birine bin az değil.
Şiirlerinde Allah aşkının yanı sıra peygamber sevgisi, insan ve insanlar arası ilişkiler ve ölüm gibi temalara da çokça yer vermiştir. İlahi aşkı, peygamberleri sevmeyi, insanları sevmeyi ve onlara karşı merhametli olmayı makamların en yüksek seviyesine ulaşmak olarak görmüş, kendisi de hayatı boyunca bu çaba içinde olmuştur.
Ben gelmedim dava için, benim işim sevi için
Dost'un evi gönüllerdir, gönüller yapmağa geldim.
Yunus Emre, Türk halkının duygu, heyecan ve düşüncelerini, bütün iç zenginliğini en iyi şeklide verebildiği için de son derece samimi ve bizdendir. Yunus sade bir dil kullandığından halk, onu yüzyıllar boyunca severek okumuştur, günümüzde de severek okumaktadır. Türk milleti Yunus’ta kendi öz dilini ve kendi iç dünyasını bulmaktadır.
Yunus’un dergâha odun taşıma hizmeti esnasında gösterdiği titizlik kendisine sorulunca, “Dağda eğri odun çok, lakin bu dergâha odunun eğrisi bile yakışmaz!” cevabı hayata bakışını çok sarih bir şekilde ortaya koymaktadır.
Bütün bu bilgiler ışığında bize düşen görev de dilimize sahip çıkmak ve “Yunusça” bir hayat yaşamak.
İlhan ERANIL
İlçe Milli Eğitim Müdürü
Geçmişi oldukça eskilere dayanan yüzük oyunu, Anadolu'nun pek çok yerinde olduğu gibi Sivas’ın da köylerinde oynanan geleneksel bir düğün oyunudur. Sesli Yoruma Ulaşmak İçin Okut MUHARREM BALABAN Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni kişi, “goyur gitsin o iti” der ve yüzük o bölümü kazanan takım tarafından tekrar saklanır. Oyun ilerledikçe heyecan artmaya başlar. Birkaç kez kazanan taraf, rakibe bir mani söyler. Bu oyun kına gecesi, kına yakıldıktan sonra oynanır. Köyle rde, önemli günlerde, erkeklerin toplandığı büyükçe sohbet salonları bulunur. Bu salonlar köyün büyüklerinden birinin evine dâhildir veya evinin bitişiğindedir. Bu yerlerin köylerde ki önemi büyüktür. İşte, yüzük oyunu toplumsal kaynaşmayı sağlayan bu mekânlarda oynanır. Kınadan sonra erkekler köy odasına toplanırlar. Biraz sonra oyuna başlanır. Ortaya bir yufka tahtası konur. Daha sonra bir un eleği getirilir. Un eleğinin üzerine bir bez örtülerek, bezin dört ucu alt taraftan sıkıca birbirine bağlanır. Bu bez, fincan ların kaymasını engeller. Dokuz adet fincan, hazırlanan eleğin üzerine ağızları kapanacak şekilde dizilir. Fincanların aynı büyüklük ve şekilde olmasına özen gösterilir. Tabii yüzük de bu f incanlardan birinin altında saklıdır. Bu şekilde hazırlanan elek daha sonra yufka tahtasının üstüne konularak rakip oyuncular tarafından aranmaya sunulacaktır. Artık eşler seçilir. Her iki tarafta da oyunu en iyi bilen bir kişi bulur. Oyunun başında tecrübeli biri tarafından oyunun kural ları hatırlatılır. Oyunun başlangıcında yüzük herhangi bir grup tarafından saklanır. Saklayan kişi oyun alanına gelemez. Çünkü, saklayan kişinin bakışları, yüzüğün hangi fincanda olduğuna dair ipucu verebilir. Yüzüğü saklayan kişi fincanların diziliş şekline çok özen gösterir. Bu dizmedeki çeşitlilik rakibi şaşırtmak içindir. Yan odada fincanlara saklanmış olan yüzük, üzeri bezli olan un eleğinin üzerinde aranmayaya hazır hâle gelir. (Bu un eleği bulunmadığı zamanlarda yerini tepsiye bırakabilir.) Elek, odanın kapısından diğer bir oyuncuya verilir. Eleği alan kişi, eleği odanın ortasına taşır, tahtanın üzerine yavaş bir şekilde koyar. Rakip, yüzüğü aramaya koyulur. İlk oyunda rakip yüzüğü bulamazsa, ilk başlayan taraf yüzüğü saklamaya devam eder. Arka arkaya üç defa söylenebilen "dolu" çekme hakkı vardır. Geri kalan altı fincan “boş” diye çekilir. Genellikle ilk çekilen birkaç fincan boş çekilir. Oyunun başında yüzüğü arayan taraf bulursa, saklama hakkı bulan tarafa geçer. Fakat yüzüğü bulan takım puan alamaz. Yüzüğü arayan takım, yüzüğü bulamadığı müddetçe, her bölümde karşı taraf saklar. Her kazanılan bölüm için bir puan alınır.
Yol belli, yoldaş belli Bir yolcuyum bu alemde Bilinmezem bundan kelli Bir yolcuyum bu alemde Neler tahayyülümde yok oldu Günlerim, aylarım acıyla doldu Gönül bahçem hepten soldu Bir yolcuyum bu alemde Karara kaldı düşüncelerim Derdime ortaktı gecelerim Merkata meyyaldir hecelerim Bir yolcuyum bu alemde Var mısın ki yok olmaktan şüphe duydun Habis, sakil düşüncelere uydun Belki de evvelden ahire sen buydun Bir yolcuyum bu alemde Gözlerim boşlukta kaybolur habersiz Ulaşılamaz olduk, helallik geçersiz Dünya gibi, nisyânı beşerde değersiz Bir yolcuyum bu alemde Aralık 2024 / Son Demde
“Camın Ciğere Gittiği” kita bıyla M. Sunullah Arısoy Şiir Ödülü’ne uzanan ve “İnsanı Çıkar Aradan” ile Sennur Sezer Emek ve Direniş Şiir Ödülü’nü kazanan İmret, di zelerinde insanı aradan çeke rek hakikatin peşine düşüyor. Onun şiirleri, yalnızca okun mak için değil; hissedilmek, üzerine düşünülmek ve sindi rilmek için var.
Bazı kitaplar vardır, kapağını kapattıktan sonra bile uzun süre etkisinden kurtulamazsınız. İçinde anlatılanlar sadece bir hikâye gibi gelmez, sanki sizin hayatınıza da dokunur. İşte Zülfü Livaneli’nin Serenad adlı romanı da tam olarak böyle bir eser. Hem duygusal bir aşk hikâyesi hem de tarihin karanlık sayfaları arasında kalan acı gerçekleri anlatıyor. Bu yüzden kitap, sadece bir roman değil; bir yolculuk, bir yüzleşme, bir hatırlatma. Romanın başkahramanı Maya Duran, İstanbul Üniversitesi’nde çalışan genç bir halkla ilişkiler görevlisidir. Hayatı sıradan, sessiz ve kendi hâlindedir. Ta ki Almanya’dan gelen yaşlı bir müzik profesörü olan Maximilian Wagner’i karşılamakla görevlendirilene kadar… Bu görev, Maya’nın hayatını tamamen değiştirecek bir olaylar zincirinin başlangıcı olur. Yaşlı profesörün Türkiye’ye gelmesinin ardında yatan gerçek, yıllar önce yaşanmış bir aşkın, unutulmuş bir acının ve tarihin sessizce üstünü örttüğü bir trajedinin izlerini taşımaktadır. Wagner’in yıllar sonra İstanbul’a gelişi, sadece bir ziyaret değildir. O, geçmişte yarım kalan bir veda için gelmiştir. Gençliğinde büyük bir aşkla sevdiği, ancak kaybettiği eşine, İstanbul’un kıyılarında, Ka radeniz’in soğuk sularında yitip gitmiş bir geminin ardından müzikal bir veda sunacaktır. Bu serenad, onun yıllar boyu içinde taşıdığı acı nın, özlemin ve suskunluğun dışa vurumudur. Kitabın adı olan Se renad, bu duygusal vedanın simgesi hâline gelir.Roman yalnızca bu aşk hikâyesini anlatmaz; aynı zamanda tarih boyunca göz ardı edi len, konuşulmayan bir olayı da gün yüzüne çıkarır: Struma faciası. Bu olay, II. Dünya Savaşı sırasında Nazilerden kaçmaya çalışan yüzlerce Yahudi’nin, Struma adlı bir gemiyle Türkiye kıyılarına sığınmaya ça lışırken yaşadıkları trajedidir. Gemi, uzun süre bekletildikten sonra Karadeniz açıklarında batırılır ve içindeki yüzlerce insan hayatını kaybeder. Roman, bu gerçek olayı Wagner’in hikâyesiyle birleştire rek bize unutturulmaya çalışılan bir tarihi hatırlatır. Ve aynı zamanda şunu düşündürür: Acılar, sadece yaşandıkları döneme ait değildir; onlar, yıllar sonra bile insanların ruhunda yaşamaya devam eder. Maya, Wagner’in geçmişini araştırdıkça kendi ailesine dair de birçok şey öğrenir. Anne ve babasının kimliğine, geçmişte yaşadıklarına, hatta ailesinin sakladığı sırlarına dair yeni gerçeklerle yüzleşir. Bu durum Maya’nın da içsel bir yolculuğa çıkmasını sağlar. Kendi haya t ını, seçimlerini ve toplumun dayattığı kalıpları sorgulamaya başlar. Bu yüzden Serenad, sadece Wagner’in değil, Maya’nın da dönüşüm hikâyesidir. Roman boyunca İstanbul’un tarihî sokakları, üniversite nin eski koridorları, Karadeniz’in puslu kıyıları ve hatta Almanya’nın soğuk atmosferi birer arka plan değil, adeta birer karakter gibi anla t ılır. Livaneli’nin betimlemeleri sayesinde okur kendini bazen Maya ile Boğaz kıyısında yürürken, bazen Wagner’in gözünden geçmişi izlerken bulur. Müzik, kitapta çok önemli bir yer tutar. Çünkü müzik, kelimelerle an latılamayan duyguları ifade etmenin en sade ama en güçlü yoludur. Wagner’in yaptığı serenad, sadece bir melodi değil; aynı zamanda kayıpların, pişmanlıkların ve bitmemiş bir sevginin sesi olur.